30 Aralık 2013 Pazartesi

Zeki Müren Eşliğinde Rakı Gecesi

Havaların soğuması,domateslerin tatsızlaşması, kutup ayıları, penguenler ve büyük kediler arasında vuku bulan belgesel döngümüzün tıkanması ve Big Bang Theory'nin bütün sezonlarını bitirmemizle birlikte yeni arayışlar içinde buldum kendimi.Akşamları bütünleştiğim kanepemden 3 metrekarelik bir çemberin dışına çıkmama gerek kalmayacak ve aynı zamanda eğlenceli, eğitici, öğretici bir aktivite olarak konsept geceler düzenlemek fikrini nihayet hayata geçirdim. İşte bu serinin ilk gecesi "Zeki Müren Dinleyip Rakı İçelim"....
Hazırlık aşamasında öncelik midemizdeydi. Menüde tahinli patlıcan, yoğurtlu semizotu, humus ve mücver vardı.Patlıcan közlenirken ses bombası gibi patladı, humus biraz fazla kıvamlı oldu,semizotu tadımlık çıktı falan ama yine de utanmadan hepsini masaya getirdim, mücver gayet iyi olmuştu bu arada:) Peynir ve Yeşil Efe ile birlikte sofra hazır oldu.


Şekilsiz olduklarına bakmayın, lezzetliydiler, vallahi

Müzik listesini ise üç aşamadan oluşturdum.İlk olarak pikapta Mücevher isimli 33 lüğü dinledik.Tabi 80 li kuşağın tanıdığı Zeki Müren'den çok farklı bir Zeki Müren yorumu var bu plakta.Tamamen klasik eserlerden oluşuyor ve Sanat Güneşi henüz ağdalı yorumuna geçmemiş, temiz sade bir tarzla yorumluyor şarkıları.




Plakta yer alan şarkıları da yazayım tam olsun...
uşşak peşrevi
kimseler gelmez senin feryad-ı ateş-barına
gül yüzlülerin şevkine gel nüşedelim mey
bağ-ı hüsnün o güzel gülleri soldu
cana rakibi handan edersin
gittin bu gidiş bence ölümdende beterdi
ne yaptım kendimi nasıl aldattım
derdimden anlayan yok

segah peşrevi
tut-i mücize güyem ne desem laf değil
dil-harab-ı aşkınım sensin sebep berbadıma
ölürsem yazıktır sana kanmadan
haleli gözlerin, hayale dündü
hicran yine hicran mı bu aşkın sonu söyle
bu ne sevgi ah bu ne ıstırap
indim havuz başına 

İkinci etapta Kalan Müzikten 2005 yılında çıkan Zeki Müren'in 1955-63 kayıtları var.İki cd halinde tamamen klasik eserlerden oluşuyor.Ben de bu albümlerden bir seçmece yaptım.Henüz ikinci kadehlere geçilmemesi sebebiyle de olayın sanatsal boyutu masaya yatırıldı.Tabi ki nihavent şarkılar ön plandaydı: "Saçların hayatımın neşesiyle örgülü" "Koklasam saçlarını bu gece ta fecre kadar" "Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde" "Kaçsam bırakıp senden uzaklara gitsem" "Süzüp süzüp de ey melek". Sonra bir hicaz klasikle devam etti listemiz."Yine neşei muhabbet dil-ü canım etti şeyda"
Geceye damgasını iki hisarbuselik şarkı vurdu: "Gönlüm hevesi zülf-i siyehkare düşürdüm" ve Tanburi Mustafa Çavuş'tan "Dü çeşmimden gitmez aşkın hayalin"




Bu kısmı benim en sevdiğim Zeki Müren şarkısı olan "Zehretme hayatı bana cananım" ile bitirdik.Bu şarkı Zeki Müren'in ilk bestesi.17 yaşındayken yapmış insan dinleyince keşke hep böyle şarkılar yapsaymış diyor tabi o zaman bu kadar seveni olur muydu şüpheliyim, malum klasik musikinin pek gideri yok günümüz piyasasında....

Zehr'etme bana hayatı cananım
Elemlerle doldu benim her anım
Kederinle yanıp sönse de canım
İnan ki ben sana yine hayranım



Hazır ikinci kadehler yarılanmışken ve "ne olacak bu memleketin hali" kıvamına gelmişken damar şarkılara geçme zamanı geldi.İşte hepimizin bildiği Zeki Müren şarkıları.55-63 kayıtlarıyla kıyaslandığında çok belirgin bir yorum farkı var tabi ama napalım biz Zeki Müren'i çizmeli,mini elbiseli ve damar şarkılarıyla da sevdik.Yani ben o haliyle sevdim zira bu ülkenin sıra dışı insanlara ihtiyacı var. İşte damar şarkı repertuarım: "Sevemez kimse seni" "Bir yangının külünü" "Gizli aşk bu" "Veda busesi" "Şimdi uzaklardasın" "Elbet bir gün buluşacağız" "Beklenen Şarkı" "Mihrabım Diyerek" "Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa" "Sevgimizin aşkımızın üstünden" "İntizar" "Bir demet yasemen" "Biz ayrılamayız"
Bu noktada içmeyi kesebilirsiniz. Zaten bu şarkıları arka arkaya dinleyince beş kadeh içmiş etkisi yapıyor.Mevcut damar havayı biraz dağıtmak, sel olan gözyaşlarınız durdurmak, kızaran burnunuzu çekip durmaya bir son vermek için hemen "Bahçevan "ı dinliyorsunuz.

Elmayı alan bilir
Şeftaliyi satan bilir
Güzel kızın kıymetini
Kimsesiz yatan bilir

Bahçevan geldi
Deh deh düldül
Deh deh düldül
Sen düldülsün ben bülbül

Ayvalarım sarardı oyy oyy
Deli gönlüm karardı oyy oyy
Yarime nar yolladım oyy oyy
İçinde kalbim vardı oyy oyy



Depresif hava dağılmışken, kızarmış yanaklar ve yumuşamış bakışlarla romantik bir havaya bürünüp "Yıldızların altında" yı dinleme vakti geldi. Şu aşağıda görmüş olduğunuz kayıt iddia ediyorum ki bu şarkının bugüne kadar söylenmiş en güzel yorumu, benim duşta icra ettiklerim de dahil buna. Bir sürü abartılı ve gürültülü yorumunun yanında sade ve alabildiğine duygulu bir yorum.....Kayıtın başındaki Zeki Müren'in sunuşuna dikkat.Nasıl güzel bir konuşma, nasıl güzel bir hitabet."Israrla istenen bu şarkı"yı ısrarla dinleyiniz.



Efendim bu geceki yayınımızı benim için rakı masasıyla özdeşleşen bir şarkı ile bitiriyoruz. Hiç bir rakı gecesi "Yanıyormu yeşil köşkün lambası" çalmadan bitmemeli....


16 Aralık 2013 Pazartesi

Nihavend Aşkına

Geçenlerde bir perşembe akşamı işten gelmiş tam eve doğru ilerliyorum bir baktım bizim mahallenin müezzini ezanı farklı bir makamda okuyor; normalde dört bir tarafımızın camilerle çevrili olmasına rağmen sokak gürültüsünden olsa gerek ezan duyduğumuz pek yok ama bu sefer farklı bir ahenk kendini hemen hissettiriyor.Teknoloji sağ olsun hemen kaydediyorum eve gelip defalarca dinliyorum falan.Babam haklı tabi yıllar oldu hala şu makamları öğrenemedim mesela Bayburtlu Zihninin Şehnaz Divanını belki yüz kere sormuştur, ben de her seferinde  tereddüt edip şehnaz diyememişimdir. Artık ne sorsa şehnaz diyorum o ayrı:)
Neyse ezanda beni çeken bir nota var durup durup aynı yerine takılıyorum falan, bu noktadan sonra hislerime güvenip nihavend bu diyorum.Ne de olsa şunca yıllık müzik yolculuğumda neyi sevsem nihavend, neyi sevmesem rast çıktı.Olay tesadüf değil tabi ki, nihavend makamındaki beş koma mi bemol (nim hisar diyoruz biz musikişinaslar he he) sesine özel bir ilgim var öyle ki çocuğum olsa adını nim hisar koyarım o da ileride benden nefret eder. (Ya da Şehnaz koysam babam nihayet Şehnaz divanı öğrendiğime kanaat getirse de artık sormasa:)

Aslında nihavend ezan çok sık karşılaşılan bir durum değil, Osmanlıda perşembe günleri Cumanın gelişini haber vermek için ikindi ezanları nihavend makamında okunurmuş.Günümüzde ise genellikle sabah ezanı saba, öğlen uşşak, ikindi rast, akşam segah ve yatsı ezanı hicaz makamında okunuyor.Ama tabi hocalar her gün aynı makamdan oku oku sıkılabilirler, arada farklı bir makamdan okumaları hoş oluyor.
Nihavend aslında Türk müziğinde çok kullanılan bir makam. Batı müziğinin sol minör dizisine karşılık geldiği için de Batı müziğine en yakın makamlardan biri.Bundan olsa gerek Türkiye'de her konser veren yabancı müzisyen nihavend bir şarkı olan "Üsküdar'a Giderken" i çalar.Bu şarkının bozuk Türkçeyle caz, blues haliyle söylenmiş halini klasik icrasından (efendim biz musikişinaslar icra deriz) daha fazla dinlemiş olabilirim.
Teknik olarak buselik makamının rast perdesine göçürülmüş halidir.Evet bu kısmı size de bana da bir şey ifade etmiyor.İnsanda huzur,rahatlık hissi uyandırır.Babamın nihavend tanımı ise daha ilginç: Eğer dinlerken vals yapar gibi salınma isteği duyuyorsan nihavenddir der ki doğru zannımca pek çok nihavend şarkı da test ettim vals yapmamak için kendimi zor tuttum ( biz zaten buraya Viyana'dan göçmüşüz,oradayken babam bol bol balolara gider vals yaparmış:)))
Tabi nihavend diye her şarkıda  mutlu mesut olmuyor insan.Mesela Bekir Sıdkı'nın sesinden Sadettin Kaynak'ın "Bahar Bitti Güz Bitti" isimli şarkısını dinleyince insana bir hüzün çöküyor, pek vals yapma isteği kalmıyor.


Ya da Cevdet Çağla'dan "Bir Dert Gibi Akşam" ı dinleyince....

Bir dert gibi akşam suların koynuna indi.
Gönlümde siyah gözlerinin rengi gezindi.



Nihavend diyince es geçemeyeceğim bir başka muhteşem eser Yahya Kemal Beyatlı'nın sözleriyle "Dün Kahkahalar Yükseliyorken".Bu nasıl bir hüzün nasıl bir mahsunluk değil mi, kahkahaların ötesinden uzaktan geçmek sevgilinin evinin önünden, tamam sandalla geçiyor mehtabın içinden ortam falan o biçim ama olsun mahsun mahsun boynu bükük geçiyor, off ki offff

Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden,
Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!
Gönlümle, uzaklarda bütün bir gece sizden
Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!

Dün bezminizin bir ezelî neş'esi vardı,
Saz sesleri tâ fecre kadar Körfez'i sardı;
Vaktâki sular şarkılar inlerken ağardı
Bendim geçen, ey sevgili, sandalla denizden!





Tabi hep hüzün yok nihavendde. Başta da dediğim gibi insanın içini ısıtan bir mutluluk da var aslında.İşte  güftesi Nedim'in olup İstanbul kokan, Arif Sami Toker şarkısı, kendi sesinden:

Erişti nev-bahar eyyamı, açıldı gül-i gülşen
Çeragan vakti geldi lalezarın didesi ruşen
Çemenler döndü ruy-i yare, reng-i lale vü gülden
Çeragan vakti geldi lalezarın didesi ruşen



Bu yazıyı da müzikte diğer hassas noktam olan Azeri türkülere atıfta bulunarak bitireyim diyorum. Bu nihavend türkü askerde olan kuzenim için geliyor.Bir başka programda görüşmek dileğiyle esen kalın.Necmi Rıza Ahıskan'ın sesiyle "Deryada Deryalıklar"ı dinliyorsunuz efendim.

Deryada deryalıklar ay balam, 
Suda oynar balıklar,
Ne bu sevda olaydı
Ne de bu ayrılıklar



Ve son olarak nim hisar aşkına....Münip Utandı'nın sesiyle....








2 Aralık 2013 Pazartesi

1.Geleneksel Kızartma Günü

Belirli gün ve haftaları belirleyen bir üst kurul varsa 1 Aralık'ın Dünya Kızartma Günü olarak kabul edilmesini talep edeceğim.Yani 21 Mayıs'ı Dünya Süt Günü, 22 Mart'ı Dünya Çocuk Şiirleri Günü, günle yetinmeyip 12-18 Aralık'ı Tutum, Yatırım ve Yerli Malı Haftası (en sevdiğim), Ekimin 3.haftasını Türk Standartları Haftası olarak belirleyen bir merci vardır mutlaka diye düşünüyorum.1 Aralık da dünya çapında kızartma günü olarak kutlansın.Obezite ile mücadeleye giriştiğimiz şu yıllarda yılda bir gün olsun bu ulu mücadelemizi bırakıp doyasıya kızartma yiyelim.İster patates olsun ister kabak, patlıcan, biber olur, karnabahar olur havuç bile olur yeter ki tavada kızarmış bir şeyler olsun. İster ketçap dökün ister sarımsaklı yoğurt yapın isterseniz domates sos olur bol baharatlı mis gibi...Fena mı olur yediğimiz onca kepekli ekmek, haşlanmış sebze, yarım yağlı yoğurttan sonra midemiz biraz lezzet görür.Ayrıca henüz İsviçreli bilim adamları bunu kanıtladı mı bilmiyorum ama bol yağda kızarmış sebzenin özellikle patatesin seratonin salgılattığı, doğal antidepresan olarak görev yaptığına dair ciddi teorilerim var.

Sağlıklı bir parça olsun diye köfteler ızgarada pişti:)
Bu olay nereden icap etti derseniz, her şey son iki yıldır evimde kızartma yapmak için özel bir tavamın bulunmamasını fark etmemle başladım.O an anladım ki iki yıldır evde patates kızartmıyorum.Birden oturup hayatımı sorguladım ben ne yapıyorum diye. Zira benim çocukluğum her pazarın banyo günü olmasının yanı sıra kızartma günü olduğu bir çocukluktu.Üstelik halamla kaldığım dönemde halamın "eğer haftanın her günü öğlen ve akşam olmak üzere patates kızartması yedirtirsem, bu çocuklar bunu istemekten bıkarlar mı " konulu deneyinde bir haftanın sonunda hala patates kızartması talep ederek bu deneyi beklentilerinin dışında sonuçlandırdım.Oysa bir de şu an ki halime bakın, evim kızartma kokusuna hasret kalmış.



Hemen karnabaharı aldım, haşladım unla kızarttım, patatesleri en sevdiğim formatta ince ince doğradım tuzla ve kekikle kızarttım. Aslında yoğurtlu kabak ve patlıcan kızartması da olsaydı iyi olurdu ama tabi mide küçülmüş zamanla, gastrit reflü ne ararsan çıkmış öyle olunca kızartmayı abartamıyorsun tabi. Dört büyük patatesi tek başıma yediğim günlerden kuş kadar kızartma yediğim günlere düşmüşüm, neyse buna da şükür tabi...
Bu durum  modern çağın bir sonucu olmakla birlikte psikolojik temelli de büyük oranda.Evet modern çağ etrafımızı diyetler, diyetisyenler, 36 beden modeller ve en fazla 42 bedene kadar olan kıyafetlerle sarmış durumda. Kadınlı erkekli fark etmiyor bir ortamda salata yerine kızartma istediğinizde bütün gözler emin misin der gibi size çevriliyor.İki gün üst üste tatlı yersek soluğu pilates minderinin üstünde alıyoruz.Peki kızartma yediğimiz günlere nazaran daha mı mutluyuz, tabi ki hayır....
Olayın psikolojik boyutu da burada gizli. Belki daha zayıfız, daha sağlıklı olduğumuzu sanıyoruz ama çocukluğumuzdaki özgür ruhumuzu kaybetmiş durumdayız. Bir hafta boyunca patates kızartması yediğimde aklıma ne kilo alacağım, ne kolestrolüm ne midem gelmişti. Zevk almayı biliyordum ve patates kızartması zevk veriyordu, hepsi bu....Çocukken her şeyi yapabilecek kadar korkusuzuz oysa şimdi korkularımız bizi yönetiyor. Yıllar sonra çocukluğumuzu aradığımızda asıl peşinde olduğumuz şey, cesaretimiz ve kendimize olan güvenimiz.O yüzden herkesi çocukluğumuzun cesur günlerine dönmek adına 1 Aralık Dünya Kızartma Gününü kutlamaya davet ediyorum.
Hazır bugün toplumsal konulara değiniyorum, bu bağlamda çevreme vermek istediğim bir mesaj daha var. Sevgili çevrem lütfen .....


27 Kasım 2013 Çarşamba

Avrasya Maratonu ve Kasım'da İstanbul

Sporcu kimliğim son iki senedir yılda bir kez olmak üzere Kasım ayında depreşiyor ve kendimi Avrasya maratonunda buluyorum.Bunda Boğaziçi Köprüsü'nü yürüyerek (koşmanız bekleniyor tabi ama ben köprü sallanmasın sırf diye yürüyorum bu konuda çok duyarlıyım, iki dakika içinde köprüyü koşarak geçen ve gözden kaybolan Etiyopyalıları ve Kenyalıları da kınıyorum hadi çok sallansa o kadar insan aşağıya düşse hiç düşündükleri yok Allah'tan zayıflar da pek bir etkileri olmuyor) geçme, o enfes manzarayı içinize çekme fikrinden ziyade benim spor aşkım etkili, yani maratonun güzergahı Bayrampaşa Güngören arası olsaydı yine katılırdım hem bu sefer yürümez direkt koşardım:)

Koşmaya hazırlanırken

Geçen sene 8 km olan parkur bu sene 10 km'ye çıkarılmış böylece İstanbul Modern yerine Eminönü'nde bitiyor, Galata Köprüsünden de geçmiş olduk.10 km 1 saat 54 dakikada tamamlamışım o kadar da fotoğraf çektiğimi düşünürsek hiç fena değil, "bu konudaki başarımı Gençlik Parkında yaptığım öğle arası yürüyüşlere borçluyum, bu konudaki hevesli gençlere düzenli çalışmalarını ve beslenmelerine dikkat etmelerini tavsiye ederim.Özellikle bir tabak aşure sonrasında parkta tıslayarak yaptığım yürüyüşler ve sonrasında yediğim çikolatalar bu maratona hazırlanmamda son derece etkili oldu."


Şöyle bir manzarayı izleyerek koşabilsem her gün koşardım:)

Sportmen Türk halkı

Avrupa Kıtasını fethetme


Olayların perde arkası

Ha gayret son 2 km
Son 1 km, Galata Köprüsüne varış
Ve nihayet finish, alkışlar Labirentte Kaybolan Kedi için
Bu sene maraton öncesi numara ve çip alma işlemlerinin Bakırköy'de Sinan Erdem Spor Salonu'na taşınmış olması da ayrı bir güzellik kattı maratona. Bu vesile ile Aksaray'ın uluslararası ortamına dahil olup, tıklım tıkış tramvaya kucak kucağa binerek  sevgili İstanbul halkı ile de kaynaşmış olduk.
Oldukça kalabalık bir kitle katılıyor maratona.Özellikle yabancıların ilgisi çok fazla. Zaten yarış başladıktan 10 dakika sonra etrafta pek yabancı kalmıyor geriye biz Türkler salına salına, fotoğraf çeke çeke, birşeyler yiye yiye devam ediyoruz işte. Nihayetinde önemli olan katılmak:) Hem bir şekilde tamamladığınızda siz de madalyanızı alıyorsunuz üstelik yanında fıstıklı çikolata, muz ve meyve suyu da var. Koşmasanız bile katılın madalyanızı alın çikolatanızı afiyetle yiyin. 
Onun dışında kalan vaktimizi İstanbullu olma yolunda adım atarak geçirdik. Mesela trafikten şikayet ettik, tramvayda ezilirken İstanbul'un çok kalabalık olmasından şikayet ettik, İstanbul'un çok pahalı olmasından şikayet ettik, İstanbul kart aldık, Eminönü'nde balık ekmek yedik, vapurda çay içtik falan. En son ben İstanbul'un eski fotoğraflarına bakarak "azizim İstanbul artık yaşanmaz oldu, bu keşmekeş insanı yoruyor Bodrum' a falan mı gitsek" diyerek İstanbullu olma sürecimi tamamladım.Tramvayda oturan "İstanbul'da aslında cumartesi dışarı çıkmayacaksın şu kalabalığa bak" diyen yaşlı teyzeleri de kafamla onaylarak İstanbulluluğumu iyice pekiştirdim.
Ve bir günde İstanbul'da yapılabilecekler üzerine yaptığım çalışmanın sonuçları:
  • Gülhane Parkında yürüyüp kestane yemek
  • Eminönü'nde yürüyüp balık ekmek yemek
  • Eminönü'nde Üsküdar vapurunun önünden geçerken Kanaat Lokantasındaki ayva tatlısını hatırlamak, vapura hemen atlayıp lokantaya gidip ayva tatlısı yemek
  • Böylece kafandaki kabak tatlısı mı ayva tatlısı mı sorununu çözmüş olmak, bundan sonra tercihini ayva tatlısından yana kullanacak olmanın verdiği iç huzuru yaşamak, o ne kaymaktı o diye iç geçirmek
  • İstiklal'deki Starbucksta uyuyanları izlemek
  • Gece Nardis'te Sibel Köse'yi dinlemek, aynı gün içinde hem Aksaray'da hem de bir caz klüpte olmanın bünyede yarattığı kültür şokunu yaşamak
  • Maraton sonrası İstiklal'deki Starbucksta uyumak
  • Galata Mevlevihanesi'ni dolaşmak, huzur dolu bahçesinde mis kokular içinde kedileri izlemek
  • Köfteci Ramiz'de köfte yemek
  • Ara Kafede ballı zencefilli çay içmek
  • En son hava alanına giderken Ankara aslında iyi ya demek:)

Tarifsiz hisler.....

Mevlevihane Kedileri

Bu kediler nereye bakıyor?

31 Ekim 2013 Perşembe

Sonbahar, Pastırma Sıcakları ve Uçurtmalar Üzerine Derin Bir Analiz

En sevdiğim kavramlardan biri "pastırma sıcakları". Hayır pastırmaya bayıldığımdan ya da havalar serinleyip tekrar yaz moduna geçmesini çok sevdiğimden değil "pastırma sıcaklarına" olan ilgim isimlendirmedeki yaratıcılıktan geliyor.Mesela Wikipediada konu ile ilgili şunlar denilmiş:
"Pastırma yazı deyimi, pastırmanın bu dönemde hazırlanması sebebi ile verilmiştir. Gece ve gündüz arası sıcaklıkların birbirine yakın ve sıcak olması sebebi ile; pastırmanın en ideal şekilde kuruması bu dönemde olur. Dünyanın pek çok yerinde yaşanan bu dönem Almanya'da "kocakarı yazı", İsveç'te "Azize Birgitta yazı", ABD'nde "Yerli yazı" (Indian summer) gibi adlar alır."
Bakar mısınız diğer ülkelerdeki adlarına hiç de orjinal değil, oysa ince ve kıvrak zekalı yurdum insanı ne güzel bir isim takmış bu döneme.Gerçi karasal iklimin göbeğinde yaşayan biri olarak tanımda yer alan "Gece ve gündüz arası sıcaklıkların birbirine yakın ve sıcak olması sebebi ile" ifadesine itirazım var.Ülkemizin pastırma diyarı Kayseri'de Ekim ayı sıcaklık ortalamalarına bakarsak gecelerinin 0 , gündüzlerin 15 derece civarında olduğunu görüyoruz, bu nasıl bir "gece gündüz sıcaklığının birbirine yakın olması" anlayışı Sayın Wikipedia....
Döneme yakışır şekilde harala gürele temel besin maddemiz olan pastırma kuruttuğumuz şu günlerde pastırma kokusundan bir sıyrılıp temiz hava alalım dedik.Soluğu dışarılarda aldık.Asıl amaç epeydir "yakın dönemde yapılacaklar listemde" yer alan uçurtma uçurmak maddesini gerçekleştirmekti. Bunun için 3 çıta, muşamba , ip falan hazır etmiştim zaten. Çoçukluğumdan hatırladığım yapımı pek kolay bir şeydi ama gel gelelim 12 sene geometri okuyup altıgenin altı kenarını eşit yapamayınca uçurtmanın ağırlık merkezinde birazcık sapma oluverdi yine de Allah'tan ümit kesilmez deyip, üşenmeyip uçurtmanın 3 katı uzunluğunda kuyruk yapmayı ihmal etmedik.
Uçurtmam Sarıkanat

Ahlatlıbel'e daha önceden gitmemiştim meğerse burası Ankara'nın uçurtma merkeziymiş.Yol kenarında uçurtma satanlardan hazır uçurtma almayı da ihmal etmedik gerçi uçurtmamız Sarıkanat müthiş olmuştu ama ne olur ne olmaz nazarlara gelir uçurtma zevkimiz yarım kalmasın diye "Yeşilburun'u " aldık.

Sarıkanat uçmadı değil uçtu yerden 1 metre kadar yükseldi ama malum temel fizik yasaları çarpıştı falan yer çekimi, rüzgarın kaldırma gücüne ağır bastı, etrafta bizim uçurtmayı kıskanan kem gözlerin yaydığı kızılötesi ışınlar yer çekimini kuvvetlendirdi falan...Hem uçmayan sadece Sarıkanat değildi, uçurtmacı ekibin devasa uçurtması da uçmadı, pembe etekli 4 yaşındaki kızın uçurtması da uçmadı yaaaa.


Neyse Labirentin Kapısında Bekleyen Panda elime yeşil uçurtmayı verdi de ağlamayı kestim.
Daha sonraki durağımız Eymir Gölü oldu. Henüz Eymir'deki ağaçlar kesilip sandalyeye dönüşmeden ve Eymir'de Ankara'nın 868. alışveriş merkezi kurulmamışken biraz yürüyüş yapalım dedik. Eymir'in araç trafiğine kapatılması çok yerinde bir uygulama olmuş zira en son iki sene önce bir pazar günü Eymir'e araçla gidip park edecek yer bulma amacıyla gölün bütün çevresini  milim milim giderek  3 saatte dolaşıp Eymir'den çıkmak zorunda kalmıştım ki o günden beridir Eymir'e gitmiyordum.Şimdi herkes arabasını girişte bırakıyor ve yaya ya da bisikletle devam ediyor. Bu arada üç tekerlekli bisikletlerin Eymir'deki varlığı da bana ayrı umut verdi, "benim için hayaldi gerçek oldu" diyorum.
Eymir'den birkaç kare ile bugünkü programımızın sonuna geliyoruz. Esen kalın...





Meis Adası

Kaş'a gidince dibimizdeki Meis Adasına (Kastellorizo) da gidelim dedik.Ada o kadar yakın ki Meis'ten Kaş'a yüzme yarışları bile yapılıyor.Kaş'tan bakınca direkt Meis'teki evleri çıplak gözle görebiliyorsunuz.Bu bende milliyetçilik duygularımı hareketlendirip rahatsızlık hissi uyandırsa da Kaşlılar ve Meisliler turizmin nimetlerinden olsa gerek alışmışlar birbirlerine.
Meis'e sefer yapan Kaş'ta birkaç firma var.Biz Leak Break firmasının Meis Express turu ile gideceğiz.Bunun için akşamdan pasaportları teslim ediyoruz firmaya, işin ilginç tarafı Meis'ten geri dönene kadar pasaportları bir daha görmüyoruz, yani adayı dolaşırken pasaportlar yanınızda olmuyor.Bizim vize sorunumuz yoktu ama vize gerekiyor bunu da firma hallediyor.Gidiş geliş kişi başı 25€ ve yurt dışı çıkış ücretlerini de firmaya veriyorsunuz.Sefer sabah 10'da başlıyor ve 20-25 dakika sürüyor. Bu arada bir de akşam 18.00 turu var gidip yemek içmek isteyenler için o da 23.00 da geri dönüyor.


Gitmeden önce internette biraz araştırayım demiştim, pek bir şey bulamamıştım, gidince anladım, bit kadar ada. Bir taraftan bir tarafa 15 dakikada yürüdük, ara sokaklara gir çık yarım saat etti.Üstelik sokaklar da bomboş. Sürekli yaşayan nüfusu çok az, onlar da ihtiyaçlarını Kaş'tan gideriyorlarmış. Zaten ada Yunanistan'a en uzak ada, unutulmuş gibi. Sahildeki evler şirin, bu evlerden bir kısmı otel olmuş, önünde birkaç şezlong ve güneşlenen tipler görebiliyorsunuz.Geri kalanı kafe, restaurant falan. Zaten tekneler yanaşıyor biz Türkler hemen restaurantlara doluşuyoruz böyle bir manzara çıkıyor ortaya. Zira biz adanın tek gezilecek yeri olan Kale'ye çıkalım dedik, teknede beraber geldiğimiz yüz küsür adamdan birine rastlamadık, hoş iki tekneyle o kadar adam geldi nereye kayboldular, adada kaldığımız 6 saat boyunca anlamadım; zira arka sokaklarda da kimse yoktu, sahilde ise o kadar adamla insan trafiği oluşması lazımdı ama kalabalık değildi. Şimdi şüpheye düştüm bak, belki de adanın acaip gezilecek yerleri vardı herkes oradaydı ama bizim haberimiz yoktu.

Adada bir tane cami var, müzeye dönüştürülmüş.Hemen yanında bir kafe var, en çok güneşlenen insan buradaydı (4,5 kişi). Buranın arka taraflarından adanın Kalesine çıkılıyor.Buradan adanın güzel bir manzarası görülebilir.Adanın yerleşimi olan bir küçük koyu daha var hemen yan tarafta. Burası daha sakin gözüküyor.

Adanın en büyük canlılığı haftanın üç günü Rodos'tan gelen devasa feribot.Biz kafede oturup kahvemizi içerken dev bir şey gelip, koyun ağzını neredeyse tamamen kapattı, içinden askeri araçlar falan indi ve birkaç da turist.

Gelelim yeme içme kısmına.Bence yok Yunan adaları yeme içme olayında çok aşmışmış, yok çok ucuzmuş gibi laflar efsaneymiş.Bir kere her şey bizimkine benziyor.Grek kafee dedikleri bizim Türk kahvesinin daha büyük fincanda geleni. Baclava dedikleri bizim baklavanın daha hamurumsu, bohça gibi olanı falan.Grek salad dedikleri bildiğin çoban salatasının büyük doğranmışı.

Yemek için Paragadi Restauranta oturuyoruz.yemekler vasattı diyebilirim. Kalamar mesela sossuz geldi, falafel yağ çekmişti falan. Alfa denen Yunan birasını denedik, fena değildi.

Adada en dikkat çekici şey bence kedi bolluğu.Adam başına rahat 3,4 kedi düşüyor.Bir de medeniler tabii Avrupa kedisi olduklarını oradan anlıyorsun, yemeği çatalla yiyorlar, bizimkiler gibi öyle patiyle saldırmak yok yemeğe.

Son olarak Meltemi isimli kafede kahve içip, adayı üç kez daha turlayıp saat 16.00 olan teknenin kalkış saatini bekliyoruz. Bu sırada adaya gelip de kaybolan Türkler Duty Free'de ortaya çıkıyorlar, neyse ki kaybolan kimse olmamış:)

30 Ekim 2013 Çarşamba

Kaş

Bu bayramda Kaş'a gidelim bakalım orada bu kurban işleri falan nasıl oluyor bir kavurma yiyelim falan dedik ama orada pek bu işler olmuyormuş bir tane bağlı kaderini bekleyen koyun bile görmedik, durum böyle olunca biz de hazır geldik buraya kadar tatil yapalım dedik.3 sene önce gitmiştim Kaş'a, bu sefer epey kalabalıktı bir kere ciddi düzeyde trafik problemi var, eee tabi normalde 20,30 bin olan şehre 500 bin kişi gelince bir sıkıntı oluyor, üstelik söylenene göre bu bayram tatil uzun diye az kişi varmış.
Linda Otelde kaldık, yenilenmiş bakımlı bir oteldi, Kaş'ta şehir merkezinde kalmak mühim bence, Çukurbağ yarımadasında kalınca minibüs ya da aracınıza ihtiyaç duyacaksınız ama Kaş merkezde araba park etmek sorun, minibüs seçeneğinde de oteller genelde aşağıda kaldığı için yokuş çıkmak gerekiyor yarımadada, o yüzden merkezdeki otelleri tercih etmek daha mantıklı.
İlk gün akşam yemeğini Bahçe Balık'ta yedik iyi ki öyle yapmışız zira ondan sonraki günlerde Bahçe Balık yada mezeci kısmında yer bulumadık hatta meze için iki üç gün sonrasına bile yer ayıramıyorlardı.



İkinci gün denize girmeyi deneyelim dedik ve Limanağzı'nda Nuri'nin Yerine gittik.Buradaki yerler Nuri, Bilal falan ama ortada gerçekten bir Nuri yok, hatta 3 yıl önce geldiğimizde sormuştuk Nuri kim diye meğerse sahibi Nuri değil Ramazanmış, o zaman mekanın adını niye Nuri koydun diye sormaya cesaret edemedik, sonuçta bize ne değil mi, adam ister Nuri koyar, ister Burhannettin. Neyse ayıp olmasın diye denize girdik malum dönüşte Ankara'da ya denize giremedik çok soğuktu  falan deyip karizmayı çizdiremezdik.

Akşam yemeğini Blue House'da yedik, sebze tabağı güzel bir opsiyon, çok ufak bir yer 3,4 masalık bir balkonda yiyorsunuz iç kısımda güzel dekore edilmiş, piyano falan var, masa örtüleri nakışlı makışlı.Sahibi teyze biraz atarlı, tam bir ev ortamı hatta birazdan anneniz gelip o tabak bitecek diye kızacakmış gibi hissediyorsunuz, teyzenin atarı da bu ambiyansı pekiştirmek için:)Sonra da BiLokma'dan lokma alıyoruz tam oluyor, lokmacıların sayısı ikiye çıkmış ama her ikisininde önünde halk ekmek gibi sıra oluyor,hayır benim anlamadığım gecenin 11'de bir tabak lokmayı götüren o incecik kızlar nasıl incecik olarak geri dönüyorlar da incecik olmayan ben, daha da incecik olmayarak geri dönüyorum.
BiLokma demişken tam köşedeki bu mekan da ayrı bir güzel, buraya da iki akşam yemek için uğradık karışık meze tabakları çok başarılı, bildiğin maydanozu bile enfes bir şeye dönüştürebiliyorlar.
Oturup bir şey içmek isterseniz Hide Away güzel bir bahçe barı, hoş ben karışık bitki çaylarından içtim, yanında bal ile ikram ediyorlar çok başarılı.Burası da her mekan gibi çok kalabalık yer bulmak zor, ama güzel müzikler çalınıyor.
Kaş'ta yapılacak klasik olaylardan biri de Kekova Turu.Koçlar firması ile gittik ama bunu hiç tavsiye etmiyorum zira hem bangır bangır müzik çaldılar hem de yeme içme kısmı kötüydü.Buradaki turların rotası genelde aynı, Akvaryum, Tersane, İnönü ve birkaç koyda daha yüzme molası verip Batık şehrin yanından geçip Simena'ya (Kaleköy) varıyor.Burada denizin içindeki batık mezarları gezebilir ya da Kale'ye çıkabilirsiniz.Kale için Müze Kart geçerli.


Tam çıkıştaki dondurmacı keçi sütünden dondurma satıyor narlı ve limonlu, gerçi iki top dondurmaya 8 lira veriyorsunuz ama tadı denemeye değer.

İki değil üç topmuş:)
Bir diğer gün arkadaşlarımızla Kalkan'a gidiyoruz.Yol üstünde Kaputaş Plajı ana baba günü.Kalkan ise Kaş'ın  daha tikisi sanki.Daha sakin, zaten bir İngiliz kasabası gibi, yapacak pek bir şey bulamıyoruz.Sonrasında Akçagerme'de deniz molası veriyoruz ama su soğuk epeyce girmekten vazgeçiyoruz.


Kaş'taki son günümüzde çılgın bir yağmura denk geliyoruz.Mor Cafe diye gerçekten mor bir mekanda kahve keyfimiz yağmurla son buluyor.En mantıklı iş otelde takılmak oluyor.
Kaş'ın en güzel yanlarından biri kedinin bol olması.Zaten çete halinde takılıyorlar.Şu asalete bakın.
Kaş Kedi Meclisi

Son notlar:

  • Daha önce gittiğimde Echo Bar'da Sarp Maden, Sibel Köse'ye denk gelmiştim bu sefer sezon bitmiş anlaşılan.Ama güzel müzikler çalan başka barlar da var.Özellikle ara sokaklarda
  • Fiyatlar genel olarak yüksek hem yeme içme olaylarında hem de takı, hediyelik eşya işlerinde ama orjinal, farklı ürünler bulunabiliniyor.
  • Dejavu barda artık garsonlar üssüz değil.

24 Ekim 2013 Perşembe

Ailemizin Yeni Üyesi

Eylül ayında hayırlı bir iş için İstanbul çıkarması yaptık. İstanbul benim için geçireceğim her saati çok önceden planladığım ve her gittiğimde de boğaza karşı kollarımı açıp "Alacağın olsun İstanbul 13 ten 17 milyona kadar değişen sayıda adamı kucağına aldın da bir beni alamadın şu hayatta" diye sitem ettiğim şehirdir. Bu sitemi Allahım ben nerde yanlış yaptım neden İstanbul şansını hep kaçırdım şeklinde hayat sorgulamaları takip eder falan. Ama bundan İstanbul'a ne tabi, ne de olsa İstanbul'a karşı "Gülhane Parkındaki ceviz ağacından" pek farkım yok aslında. İş bu hal ki ben artık Dikmen Vadisinde meşe ağacı olarak yaşamaktan mutlu olmayı öğrendim.Bu sefer İstanbul çıkarması biraz farklı oldu. Hayırlı işimizi halledip Üsküdar-Kadıköy hattında takıldık. Kadıköy'ün mahallelerinde bir tambur atölyesinde soluğu aldık.İstanbul'da keşmekeşin hala uğramadığı sokaklar varmış.Sahiplerini bekleyen tamburlar, tambur olmayı bekleyen ağaçlar, ortalıkta dolaşan kediler ve hoş sohbet bir kadın tambur yapımcısı.(müzikle uğraşan işin mutfağında olan kadınlara bayılıyorum:) Ve işte ailemizin yeni üyesi "Nezih"



Daha sonraki durağımız Üsküdar. Anladığım, bütün Üsküdar bir restorasyon hali içinde. Sahil ise hayallerimizdeki Üsküdar'ün havasına hiç uymayan tarzda müziklerin çalındığı çay içebileceğiniz koca bir ticarethane gibi.Yine de o karmaşada oturup gün batımında Kız kulesi'ni izlemek istiyorsunuz ya da "Günbatımında Kız kulesi" temalı fotoğraf peşinde olan sayılamaz sayıda insanın yanında yerinizi alıyorsunuz. Ben de bunları gönül rahatlığıyla yaptım zira sahilde takılmadan önce yapmayı kafaya koyduğum şeyi yapmıştım, karnım tok sırtım pekti:) Kanaat Lokantası. Bir obur olarak heyecanla gittim, zaten pek meşhur bir yer. Belli ki sosyete de keşfetmiş benim gibi sıradan tipler de var, çorbasını içtikten sonra bilmem ne yalısında "Sonbahara veda" partisine koşacakmış gibi giyinen ablalar da.Yemeği gidip görüp seçiyorsunuz, yemekler Türk mutfağının kallavi yemekleri.Fiyatlar açısından esnaf lokantası beklentisi düzeyinde gitmeyin, bulaşıkları yıkamak zorunda kalabilirsiniz.Yediğim şeyler lezzetliydi ama beni asıl zorlayan, hayatımdaki en zor seçimlerden birini yapmaktı: Tatlı listemde hep bir numarada olan kabak tatlısı mı yoksa o kızıl rengi, üzerinde enfes kaymağıyla kıvırta kıvırta beni al diyen ayva tatlısı mı.Ben yaşanmışlıklara yenik düştüm kabak tatlısını denedim. Evet Kanaat'ın kabak tatlısı ilk üç listeme girer kesinlikle ama ya ayva tatlısını seçseydim belki herşey çok farklı olacaktı belki ilk sıraya tereddütsüz o ayva tatlısı yerleşecekti. Evet bunu öğrenmenin sadece bir yolu var.(web sitesine baktım Ankara'ya tatlı göndermiyorlar.)




Kahvaltı için ise Moda'ya gittik.Van kahvaltı evi diye bir mekanı açık bulduk oturduk ilk başta sakindi sonra İstanbullular akın ettiler, anlaşılan bunlar evde kahvaltı etmiyorlar:) Kahvaltı'ya dair çok özel bir şey yok ama İstanbul ve Ankara kafeleri arasında derin farkları bir başka yazıda ele almak istiyorum, zira Ankaralılar için Ankara'yı sevmek için sebepler bulabilirim sanıyorum. Tabii Moda güzel bir semt orası, ayrı. Hala bir mahalle havası taşıyor, İskelesinin civarı ve Kadıköy'e giden sahil yolu huzur verici.Ama gaza gelip hürriyet emlaktan Moda'da ev fiyatlarına bakmayın, emekli olunca Moda'ya yerleşme planlarınız bırakın baki kalsın.

Aile üyeleri üzerine bir yazı olacaktı İstanbul yazısı oldu.Olsun napalım. İşte bizim ailenin diğer fertleri. Hayatımın değiştiği nokta Nev Kardeşler: Nevbahar, Nev Eda ve Neva. Kendileri Mansur, Kız ve Müstahsen neyler olup, bana tahammül etmekle meşguller.




Ve ailemizin aykırı çoçuğu, ayrı dünyanın vatandaşı ve henüz bir isme sahip olmayan ama "yeşil başlı gövel ördek" lakabına sahip gitarımız. Kendisi nerdeyse  elli kg kadar falan olup Labirentin Sonunda Bekleyen Panda tarafından nasıl kucaklandığı tarafımca hala merak unsuru olmakta.Ama süper sempatik bir şey....







11 Ekim 2013 Cuma

İzmir

Epeydir elimin klavyeye gitmemesinde dış etkenler kadar sıradaki yazının İzmir üzerine olması da etkili galiba.Malum beni bilen bilir " esas Ege" kısmına biraz önyargılıyımdır, İzmir,Aydın ve Muğla üçlemesine biraz mesafeliyim (yanlış anlaşılmak istemem Afyon, Denizli, Manisa, Uşak sizlerle hiçbir sorunum yok,sizi severim bence siz de Ege'siniz:) Bu önyargımın sebebi için çoçukluğuma inmeye gerek olmadığını düşünüyorum temelinde bu üç ilin kendilerine has "burnu havada"cılıklarının etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.Yani bu neyin havası İzmir, ağacın yok, on sene öncesine kadar Körfezinin pis kokusundan şehre girilmezdi, mutfağın desen bahçede biten ot, mot işte (severim o ayrı), her 2 dadikada bir duran trafik falan, tek şeritli yollar.Nesi var dersen etrafında gezilecek yeri çokmuş eee merkezinde birşey yok.Ama  tshirt yaparlar İzmir için üzerine yazar  "Darıya darı denir, Mısır güneyde bir ülkedir" diye.Ukalalığa bak sen. Ne yani bizim orda da darı denir bu mudur olay yani:)
Neyse bu sefer dedim ki bu İzmir'de ne var bu kadar sevilecek bu gittiğimde bu gözle bakayım belki görmediğim birşeyler vardır dedim, arayan buluyor tabi birşeyler. İlk durak kaldığım üç gün boyunca hergün gidip pasta yediğim ve 2 kilo alarak dönmeme sebep olan Reyhan Pastanesi.Burası İzmir'in yerel pastanesi pek de bir üne sahip, ve kesinlikle hakediyor bu ünü.Orada yediğim rokoko ları, frambuazlı pastaları hergün anıyorum:) Ben de sağlam oburum değil mi:)




Diğer bir mekan kahvaltı için.Seferihisar'dan Sıgacık'a doğru giderken Marina'nın üzerindeki tepede, Teos Park. Güzel bir manzara, çamlık alan, ördek, horoz falan ve hamaklar.Oldukça da zengin bir kahvaltı.Peynir üzerine böğürtlen reçelini burada yedim ama daha sonra gittiğim Altınoluk isimli mekanda da görünce İzmir kahvaltıları için klasik olduğu kanaatine vardım, herneyse iyi birşey yani.Hayatta öğrendiğim şeylerden biri, bir yerde hamak varsa orası iyi bir yerdir zaten şeklinde.Hamak mühim bir olay. Bir hayat tarzının yansımasıdır hamak.Hamaktan ötesi var mı derseniz, var tabi:o da karavan.(bu da başka bir yazının konusu olsun, neyse fark ettim ki konuyu İzmir'e getirmeyeyim diye birazdan Hotturbascı teoride boş konuşmanın önemine değineceğim, oyüzden burada kesip geri mevzumuza dönüyorum.)



Bögürtlenli peynir yukarıda


Teos'tan çıkıp dağ köylerinden geçip ( içinde psikodrama merkezi barındıran ilginç köylerdi bunlar) Urla'ya varıyoruz.Hedefimiz Karantina Adası.Savaş  döneminde müzakere sırasında Rumlar burada bekletiliyormuş, Osmanlı döneminde ise bulaşıcı hastalıkların tedavisinde kullanılıyormuş, günümüzde ise Urla devlet hastanesi var.Hastane bir açıdan şanslı, hoş bir manzara, etrafta sörf yapanlar falan.


İzmir için bir kaç not:
  • Akşamları Alsancak'ta yürümek güzel oluyor gerçekten.Alin's Kafe 'de beğendiğim bir yer oldu.
  • İlla denizin kenarında oturacam derseniz Güzelbahçe taraflarını düşünebilirsiniz.Biz Altınoluk diye bir mekana gittik nerdeyse dalgalar yutuyordu bizi:)
  • İzmirli kızların bizlerden bir farkı yok, üç ton daha koyular o kadar, abartmaya gerek yok yani.

Tatilin geri kalan kısmında "İzmir'in çevresi"ndeydim.Güzelçamlı ve Özdere taraflarında takıldık. "Ankara'nın bağları" çalarken oynayan İngilizlerle birlikte Sisam Adasına doğru tekne turu yaptık.Ankara meğerse kültür ihraç eden bir şehir olmuş da haberimiz yokmuş.Hatta haftasonuda Üsküdar sahilinde otururken Kız Kulesini yine "Ankara'nın bağları" eşliğinde izledim,gözlerim doldu resmen (sebebi bir sonraki İstanbul yazısında)