13 Aralık 2017 Çarşamba

Kısa Bir Boston Turu

Worcester’dan Bostona gitmek gerçekten kolay.station Hub dan hem tren hem de otobüsler var.Peter Pan otobüsleriyle 14$ a gidilebiliyor yaklaşık bir saat arayla otobüs var. Boston’da ilk işi bavulları China Town’da olan hostele bırakmak oldu. HI Boston merkezi bir hostel geceliği 250$, oldukça kalabalık,hiç fena değildi.
Otelden çıkıp Boston Comman’a yürüdük. Burası büyük bir park. Boston’ın temel yerlerini yürüyerek gezebiliyorsunuz bunun için başlangıcı Boston Comman olan bir rota belirlenmiş ve bu rota kırmızı kiremitlerle çizilmiş, böylece kırmızı yolu takip ederek şehrin ana noktalarını birkaç saat içinde dolaşabiliyorsun. Boston Comman'dan bunun için bir harita almak mümkün. Biz Faneuil Hall’a kadar olan kısmını takip ettik. Daha sonra Quincy Market’ta mola verdik. Burası Boston’ın yiyecek içecek pazarı gibi bir yer sosyalleşme mekanı. İçinde dünya mutfaklarından fast food tarzı küçük tezgahlar var. Boston asıl deniz ürünleriyle ünlü ama biz malum yemek konusunda tutucu insanlarız  Bostona gelip deniz tarağı çorbası denemek yerine pizza yer geçeriz, hayır bir de bunda da çok net olunca kimse birbiriniz gaza da getirmez hadi deneyelim diye, napalım bizi de Allah böyle yaratmış.


Quincy Markettan sahile doğru yürüyünce akvaryum var. Biz girmedik vakit kısıtlı olunca.B uradan Boston'a özgü bir olay olan Duck Turlar kalkıyor. Çok sıra olduğu için rezervasyon yaptırdık 3 saat sonraya yer bulabildik. Duck Turlar tank benzeri bir araçla oluyor. Bir süre Boston yollarında gezen araç bir noktada Charles Nehrine iniyor ve su üzerinde ilerliyor, eğlenceli bir olay. Yaklaşık 70 dk sürüyor ve kişi başı 41$. Boston’ın en önemli yerlerini böylece gezmiş oluyorsunuz. Ve tur başlangıç noktasında bitiyor.


Harbour Turdan bir kare

Boston'ın can alıcı renkleri

Duck Turdan manzara Charles River

Duck Tur saatimizi beklerken kıyıda oturduk ve Harbour Tur denilen kıyı kenarı yürüyüşünü yaptık.
Duck turdan sonra otele uğrayıp bu sefer tek gidiş dönüşlük kart alıp metroyu kullandık 4,5$.Worcester’dan sonra metro bulmak nimet gibi geldi. Akşam yemeği için İtalyan mahallesine gittik. Rastegele bir yere oturduk “Paglincas” isimli.  Akardiyon çalan amcalar vardı ama buradaki bütün mekanlar turistik gözüküyordu zaten. Makarna ve birer kadeh şaraba 60$ verdik. Kısacası Boston pahalı bir şehir, ya da bu kurla artık her yer pahalı.
Boston’da ikinci günün ilk durağı Harvard. Dün Duck turda Harvard gezisi kuponu verilince bunu değerlendirelim dedik. Metrodan 12$'a günlük kart alıp kırmız hat ile Harvard’a gittik. Burada 1,5 saatlik rehberli bir tura katıldık. İlginç şeyler öğrendik mesela Harvard’da 1999'a kadar kadınlarla erkekler aynı diplomayı alamıyormuş. Zorunlu yüzme dersleri varmış ilginç okul velhasıl. Tabi çoğu bölüm ziyaretçiye kapalı o yüzden ortadaki boş alanı gezmiş olduk, kampüs olarak çok büyük değil ya da en azından bizim görebildiğimiz kısımlar.

Harvardlı sincap

Harvard 

Daha sonra metroda Kendall MIT durağında inip Longfellow köprüsüne yürüdük. Buradan güzel Boston fotoğrafları çekmek mümkün. Daha sonra metroda yeşil hat ile Prudential Tower’a gidip Cheescake Factory’de yedik yemeğimizi. Açıkçası burası Penny’nin çalıştığı gibi bir yer değil oldukça şık ve yemekler lezzetliydi. Hamburgerler ve cheescake  için 45$ verdik.

Longfellow Köprüsünden Boston manzarası

Pembe yelkenliler harika


Sonraki durağımız Boston Public Garden oldu.B oston Comman'la yanyana bu park. Çok güzel huzur dolu bir yerdi. Bol bol sincap fotoğrafı çektik. George Washington Anıtı da burada. Şehrin ortasında yüksek binaların arasındaki bu parkta birkaç saat geçirdik.

Boston Public Garden





Son durağımız Quincy Markettaki Cheers bar oldu. Burası adını eski bir dizinden alıyor. Bu diziyi bilecek kadar yaşlı değilim neyse kiBurada Boston'ın yerel birası Samuel Adams içtik, fena değildi. Böylece kısa Boston turunu bitirdik. S Silver line ile havalanına geçiliyor. Havalanını ulaşımı oldukça kolay.
Bilen var mı bu diziyi

11 Aralık 2017 Pazartesi

Bloga Dönüş-Bir Amerika Yazısı

2 sene falan oldu hatta öyle uzun oldu ki blog şifremi bile unutmuşum hoş şifrelerimi 15 günde de unutabiliyorum da yani epey oldu işte.Labirentte kaybolan kediydim, bir de labirentin kapısında bekleyen panda vardı şimdi bir de kedinin kuyruğuna yapışan koala var, hal böyle olunca labirentin dışına çıktığımız mı var ne anlatalım.
Madem epey yazmıyorum birilerinin birgün işine yarayacağını düşündüğüm birşeyler yazayım, hayır ben aradım taradım gitmeden bulamadım bu konuda büyük eksiklik var üstelik beyaz yakalıların akın akın göç ettiği bu dönemde, çok ayıp birilerinin daha önce yazmamış olması.Ama sevgili beyaz yakalı nasıl kendini yurt dışına attıysa,nasıl arkasına bakmadıysa oturup bunları yazayım dememiş işte.
Yanlış anlaşılmasın göç ettiğim falan yok  ama iki senenin sonunda yolum Amerikaya düşünce, bir de orada ev kurmak gerekince Amerikan günlük hayatını zorunlu olarak tanımak gerekti.Ama tabi öğrenciyseniz, bekarsanız mütevazi bir hayat kuracaksanız bu yazıya bakın; yoksa öyle kapınızın önünde 3 arabanız olacaksa, ihtiyaçlarınızın başında çim biçme makinası falan geliyorsa burası hiçbir fikir vermez sana.
Öncelikle ev tutacaksanız bunun için Amerikaya gelmeyi bekleyin internet üzerinden bulmaya kalkmayın, size fotoğraflar gelir sözleşme gelir aman ne güzel ev de hazır dersiniz falan ama acı gerçek ne ev vardır ne de size evi kiralayan emlakçı.Bir bakmışsınız dolandırılmışsınız.Dürüstlük Amerikalılar için çok önemli muhabbeti falan filmlerde oluyor, hayır dolandırıldık oradan biliyorum.
Her şeye rağmen Amerikaya giriş yaptınız asıl gerçek şu,her yer bir New York değil, bir Boston değil.Her şehrin bir metrosu yok.Hatta her şehrin bir otobüsü bile yok yani otobüsü var ama olmasa daha iyi.O yüzden ev tutacaksanız birinci kural eğer maceraperest bir kişilik değilseniz, evinizin okula/işe yakın bir yer olmasına özen gösterin. Ya da maceraperest bir kişilik olmayıp araba kullanabiliyorsanız ve paranız varsa hemen bir araba alın.Yok eğer maceraperest bir kişilikseniz, mottonuz “Macera dolu Amerikaysa” otobüs kullanın.Her gün otobüste göreceğiniz tipleri yazsanız ucuz polisiye romancılığından dünyayı kazanırsınız, o derece. Belinde palasıyla doşalandan, marihuna kokan koltuklara; yırtık pırtık giyineninden yarı nüdistlere; açlıktan devrilenlerden obezitenin sınırlarını zorlayanlarına, veteranlardan evsizlere sosyolojinin sınırlarında gezinip psikolojide soluklanacağınız geniş bir yelpaze sunuyor Amerikan belediye otobüsleri.
Mümkünse eşyalı bir ev tutun ve amacınız minimum eşya alarak olayı halletmek olsun.Hizmet sektörü pahalı öyle nakliye, montaj için falan ödeyeceğiniz paraları hesaba katın. İkeadan alacağınız 100 dolarlık masaya, 50 dolar nakliye 80 dolar montaj ücreti verebilirisiniz. Oysa tornavida seti 7 dolar alın kendiniz yapın montajını.
Küçük bir şehirdeyseniz ve arabanız yoksa markete gitmek falan büyük olay.Yerleşim yerleri dağınık oluyor çoğunlukla merkez diye bir yer yok hatta,yer yer mağazaların olduğu plazalar var diyelim. Büyük marketler genellikle buralarda oluyor.Ayrıca Target, Tj Maxx gibi gross marketlerde buralarda yer alıyor. Buralardan epeyce ihtiyaç karşılanabiliyor ama araba şart.Küçük bir şehirde bütün sorunların çözümü arabaya çıkıyor.
Gıda konusunda tutucuysanız salçasız yemek yapmam, zeytinsiz hayatta olmaz falan diyorsanız Latin mahallelerindeki marketlerde bu tür ürünleri bulma şansınız daha yüksek, ama gündüz saatlerinde gidin.

Gelelim örnek şehrimiz Worcester’a.Vustır diye okunuyor tuhaf bir şekilde.New England bölgesinde.Boston’tan yaklaşık bir saat uzaklıkta. Daha çok tıp fakültelerinin olduğu bir şehir.Çok kalabalık değil ama ciddi bir Latin nüfus var. Orada olduğum zaman güneş tutulmasına denk geliyordu ve merkezdeki parkta yapılan etkinlikte Worcester’da yaşayan herkesi gördüm galiba, bir park kadar insan yaşıyor işte.Bir de bu parkın yayında Brew Coffee diye bir kafe var Worcester'ın en havalı yeri burası olabilir.

Worcester Common

Worcesterda Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz tarz bir otelde kaldık, iki katlı, her an bir cinayet işlenecekmiş gibi havası olan.Tavsiye eder miyim etmem ama otel fiyatları gerçekten çok pahalı o yüzden mecburen en ucuzunu tercih ediyorsunuz zaten. Avantajı yakınında Lincoln Plaza denilen yer vardı market, yemek yerleri Target mağazasının olması işlerimizi kolaylaştırdı. Quality Inn&Suites 

Otobüsle ulaşımda bazı ilginçlikler var, mesela yolda gidiyosun şoför arabayı durduruyor inip duran araçlarla sohbete başlıyor, çocuğuna dondurma falan alıyor ve sen otobüste öyle bekliyosun, hadi sen yabancısın sesin çıkmıyor otobüste kimsenin sesi çıkmıyor.O yüzden Worcester otobüslerinin pek dakik olduğunu söyleyemeyiz. Bir de otobüslerin güzergah levhalarında çoğunlukla ırkçılık karşıtı meajlar yayınlanıyor; dakik değil ama sosyal bir misyonu var.

Worcester’da gezmek görmek adına gidebildiğim tek yer UMass’ın yanındaki bu göl oldu.Öğrencilerin kanoya bindiği, 10 metre uzunluğundaki yapay kumsalında insanların güneşlendiği ve Latinlerin mangal partisi yaptığı bu göl Worcester’daki onlarca gölden biri. Lake Quinsigamond. Sincapları ve ördekleri izleyip huzur bulabilirsiniz sessiz bir anını yakalarsanız.


Worcester ev kurma işlerinden dolayı yoğun geçti çok gezip görme imkanı olmadı hoş arabasız zaten gezemezdik, gezebilsek de ne kadar gezilecek yer var şüpheliyim.O yüzden Worcester’ın en büyük avantajını kullandık ve son 2 günümü 1 saat uzaklıktaki Boston’da geçirdik.Bir sonraki yazı Boston..





5 Haziran 2015 Cuma

İstanbul Bahar Turu 3,5

İstanbul'da son yarım günümüz olunca başlık da 3,5 oldu. Bugünün programda pek bir şey yok zaten. Güne İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt kapısına gidip güvercinlere yem atarak başlıyoruz. Sonrasında Kapalı çarşıya geçiyoruz. Burası devasa bir yer ve yabancı turistler için cennet olabilir ama bana pek cazip gelmiyor şimdi ne alayım ben buradan kilim mi, altın rengi nakış işlemeli kahve fincanı mı, deri ceket mi. Biz oturup kahve içiyoruz. Şark Kahvesi duvardaki neyzen, semazen resimleriyle beni cezbediyor, çarşının eski mekanlarından biri. Burada kahve içip etrafı izlemek keyifli oluyor.



Kapalı çarşının çıkışında Sahaflar çarşısı var ama burası bayağı küçük bir yer ve sadece dini kitaplar ile ders kitapları satan sahaflar var. Bu civarda hep giyim mağazaları ve toptancı dükkanları var. Mesela çocuğunu denizci yapmak isteyen anneler için şu mağaza gibi:

Divan Yolundan At meydanına doğru yürürken, İstanbul Türk Ocağı dikkat çekiyor. Buranın içerisinde bazı mezarlar ve II.Mahmut ile II Abdülhamit'in türbesi var. Türk Ocağının burada olmasının sebebi Ziya Gökalp'in mezarının da burada olması olsa gerek. Kabir fotoğrafı çekecekseniz siyah beyaz çekmek  çok daha anlamlı oluyor.Toprağın altında renkler var mıdır acaba.....


Osmanlıda mezar taşlarını kişinin mesleğine uygun yapıyorlar, o yüzden kiminde sarık var kimisinde yelken.Bu bir kaptana ait bir mezar

Padişahların kabirleri türbenin içerisinde




Gülleri görünce dayanamayıp renkli çektim
İstanbul'da mezar ziyareti de yaptıktan sonra son durak Hocapaşa lezzetlerinin keyfini çıkarıp, dönüş yoluna çıkmak. Bu sefer Hocapaşa'da Mehmet Yaşin'in bayıldığı, Vedat Milor'un fevkaladenin fevkinde dediği Rumeli Namlı Köfteci'deyiz. Birer porsiyon köfteyle yetinmeyip ikincilerini alıyoruz. Bu zaten öyle bir köfte ki konuşmak, köfteyi anlatmaya çalışmak saygısızlık olur. Sonrasında gelen irmik helvası da en az köfte kadar güzel. Burası sayesinde yeni bir kişisel menkıbe geliştiriyorum: halim vaktim olduğu sürece yılda bir kez gelip köfte yemek. Böylece hayatta iki kişisel menkıbem oluyor biri uzay yolculuğu yapmak diğeri de köfte yemek. Toplamda değerlendirirsek son derece mütevazi istekleri olan biriyim ben de şu fani halimle.

İşte sonrasında da Ankara'ya dönüyoruz.Bitti bu seri de...

İstanbul Bahar Turu 3

Bugün tarihi yarımadanın dışına çıkıp Emirgan'a gideceğiz.Ama öncesinde Mısır Çarşısına uğruyoruz Kuru kahveci Mehmet Efendi'nin orjinal yerinde kahve çektiriyoruz. (Eve dönüp kahveyi yaptığımızda hazır paketlerinden çok bir farkı olmadığını anlıyoruz ama olsun 2 yıl yetecek kadar kahvemiz var.)
Eminönü meydanına inip Yeni Cami'nin arkasında kahvemizi içip yolculuğa başlıyoruz.Tabi gelmişken Galata Köprüsünden geçmemek olmaz.Köprüde balıkçı sayısı az, seçim havası çok. Bu gezinin zamanlamasından dolayı İstanbul'da seçim havasını her saniye hissediyoruz her yer afiş, bayrak ve bağıran seçim otobüsü dolu. Meğerse biz Ankara'da pek sakin yaşıyormuşuz seçim atmosferini.

Bayraklar ve oltalar isimli fotoğrafım:)
Emirgan'a gitmek için Şişhane'den metroya binip İTÜ Ayazağada iniyoruz, metro çıkışında taksiye binince bizi Emirgan korusunun arka girişinde bırakıyor, böylece trafik falan görmeden buraya gelmeyi başarmış oluyoruz. Koru ile ilgili beklentim erguvan fotoğrafı çekmekti ama yine vaktini kaçımışız. Lalelerden yana zaten umudum yoktu ki gerçekten de her taraf solmuş lale kalıntısı dolu. Ama erguvanları görürüz diye düşünmüştüm onlar da uçup gitmiş bundan sonra ki hedefim seneye nisanda gelmek o lale o erguvan fotoğrafı çekilecekkkkk.
Çiçekler yok koruda ama bol bol piknik yapmaya gelmiş kadın grupları var, çarşaflı...Sultan Ahmette Arap turistlerden alışkındık çarşaflı kadın görmeye ama Emirgan'da görmek şaşırttı biraz beni, yani Elazığ'da bile bu kadar çarşaflı kadını bir arada görmemiştim.
Neyse manzaraya dönersek oturup Boğazı izlemek tarifsiz. Koru'nun tek eksiği oturup bir şeyler yeyip içecek mekan olmaması aslında bir tane var Sarı Köşk, ama o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki oturmamayı tercih ettik.


Korudan sahile doğru indik, sahil tarafında girişte ise bu sevimli müzisyenler vardı.

Çayımızı kahvemizi artık sahildeki Sütiş'te içiyoruz. Emirgan sahilini genişletme çalışmaları var o yüzden her taraf iş makinası. Aslında İstanbul'da genel sorun bu, manzara süper, anlamlı, insanı saran cinsten ama şehir hayatı tam bir kaos, oturup o manzaranın tadını çıkarmanıza izin vermiyor hep bir gürültü, etrafta koşuşturma falan siz sakin kalmak isteseniz de sizi sabote ediyor etrafınız.Ya bu durum 15 milyonluk bir şehrin doğal hali ya da biz Ankaralılar fazla romantiğiz.Neyse biz romantikliğe devam edip Yeniköy'e  kadar sahilden yürümeye karar veriyoruz. İstinye'ye varıyoruz. İstanbul'da en sevdiğim yerlerden biri İstinye, hem sahil hem de tam mahalle havasında.

İstinye Marinası mı desek
İstinye'den Yeniköy'e devam ediyoruz.Aslında hedefimiz Yeniköy'de yemek yemekti ama daha vaktin erken olduğuna karar verip bundan sonra spontan takılmaya başlıyoruz. Yeniköy'den Beykoz'a teknelerin çalıştığını görünce Beykoz'a gidip Anadolu'dan Avrupa'ya bakmaya karar veriyoruz. Bu ufak tekneler doldukça kalkıyor,15 dakika kadar bir sürede Beykoz'a varıyoruz. Burası da İstinye gibi, sahil ve mahalle havasında.Oysa ben Beykoz'u Sibel Can'ın yaşadığı Beykoz konaklarından biliyordum:)
Beykoz sahilinde bir iki saat takılıyoruz. Bir tarafta yalılar bir tarafta her an yıkılacakmış gibi duran köhne evler varlar. Karşıda ise İstanbul'un gökdelen silüeti. Biz eski bir teknenin fotoğrafında yaşanmışlığın izini ararken, arkadaki onlarca gökdelen bunun için artık çok geç olduğunu söylüyor.(Ne cümle kurdum be, 2 gün daha İstanbul'da kalsam şair olurdum valla.)

Bir de yalılardan fotoğraf koyalım.

Beykoz'dan dönerken teknede bir grup gün teyzesine rastlıyoruz. Yan yana oturan iki teyze üzerinden iddiaya giriyoruz LKB Panda ile. Bir tanesi döpiyesi, sarı boyalı saçları, takıları, topuklu ayakkabıları ile son derece bakımlı. Panda benim 20 sene sonra bu teyze gibi olacağımı söylüyor.Oysa ben rol model olarak yanındaki kilolu, eşarplı, salaş pantolonu ve gömleğiyle oturan yurdum teyzesini gözüme kestirmiştim:) Bu iddiayı kazanmak beni açımdan çok kolay aynen böyle yemeye devam edersem 20 sene sonra rol modelime kavuşmuş olurum, üstelik Panda'nın iddiayı kaybetmesiyle M&S dan alacağı bir sürü büyük beden kıyafet de yanıma kar.Benimle niye sonucu bu kadar aşikar olan bir iddiaya girdi anlamadım ama yine de hala umut vadediyor olmak güzel:)
Yemek için Yeniköy'de bir yalının alt katında bir mekana geçiyoruz. Circle Kafe. Bomboş olmasından mütevellit deniz kenarındaki masaya oturuyoruz. İddiayı kazanmak için rahat rahat yiyorum:)
Yemekten sonra taksiyle Bebek'e geçiyoruz. Starbucksların şahı olan Bebek Starbucksta günün bütün yorgunluğunu atıyoruz."Rus bandıralı kuru yük gemilerini" sayıyorum. Bence çok sempatikler özellikle kuru yük olanlar. Şimdi kuru yükten kasıt ne tabi bu önemli. Mesela Rusya'ya kayısı ihraç ediyoruz. Kuru kayısı ihraç ediyorsak bu kuru yük oluyor, yaş iken gönderiyorsak yaş yük mü oluyor. Şimdi "oduna bak Bebek sahilinde oturup bunları mı düşündün" diyen dostlarıma demek isterim ki bütün gün deniz kenarındaydım tamam ilk saatlerde Emirgan'da falan ben de "ah martılar ne de güzel uçuşuyor, boğaz köprü ne de güzel bir inci adeta, dalgalar derinlerden bir şeyler fısıldıyor olmalı" diye düşündüm ama bir noktadan sonra işte insanın aklına kuru yük gemileri falan geliyor romantizm de bir yere kadar.
Tamam tamam sustum.Esen kalın.....

İstanbul Bahar Turu 2

Bugünün planı tam bir turist olmak. Dev fotoğraf makinasından papaz eriğe kadar bir turistin sahip olması gereken her şey var çantamızda var, selfie çubuğu bile.Bu arada bu civarda sokakta tezgahlarda en çok satılan şey selfie çubuğu. Bence asrın icadı, yalnız gezgin dostu bu icadı sonuna kadar destekliyorum. İlk durak Ayasofya. Önünde çılgın sıra var ama müze kartlılar için sıra daha insaflı.İçeriye girmemiz göründüğü kadar zor olmuyor.İçeride yine restorasyon var, belki bundan önce 2,3 kez daha gelmiştim buraya hiç restorasyonsuz görmedim çok şükür:)

Yakın zamanda gün yüzüne çıkarılan Serafim meleği


Allah, Hz Muhammed, 4 Halifenin isimlerinin yazdığı büyük hat levhalarından Allah ve Hz Ebubekir yazan levhalar

Ana kısmı dolaştıktan sonra üst kata çıkıyoruz. Ayasofya'nın asıl üst katı etkileyiciymiş meğerse. Burası fotoğraf çekmek için hem daha uygun hem de mozaikler var.Zamanla yapılan çalışmalarla cami olmasıyla sıvanan mozaikler gün yüzüne çıkarılmış.Ne yazık ki bir kısmı ise parça parça çalınarak yurt dışına kaçırılmış. Bu örnekte görüldüğü gibi:



Ayasofya'ya  At Meydanından bakış
Ayasofya'dan çıkınca Caferağa Medrese'sine gidiyoruz. Burası çok sessiz, sakin, nezih bir yer. Ebru, çini gibi Türk sanatları atölyeleri var. Sessizlik ve huzur içinde kahvemizi içiyoruz.Çıkışında Soğukçeşme Sokağına geçiyoruz ama bu sefer sokaktaki tüm evler restorasyonda olduğu için bir şey anlamıyoruz. Oysa çok sevimli bir sokak restorasyon bitince mutlaka görmek lazım.

Caferağa medresesi.İçeride resim atölyesi var.

At Meydanı'na inip Sultan Ahmet'e doğru gidiyoruz. Namaz vakti olduğu için içeri giriş yapılmıyor.


Bu da At Meydanında Sultan Ahmet Cami ve Ayasofya'yı Çeken Adam Fotoğrafı
Sultan Ahmet'ten ilk giriş gerçekten çok etkileyici, büyük avluya açılan ve camiyi bütün görkemiyle gördüğünüz o ilk an:

Namaz vakti bitince ibadet dışı geziler için caminin girişini arkaya yönlendiriyorlar. Buna uyan bir yabancı turistler vardı bir de biz.Giriş için arkadaki sırada fark ettik ki tek Türk biziz sıradaki, meğerse bizimkiler hep içeri ibadet deyip girmişler herhalde.Neyse en saf halimizle "Allah'ın evine" giriyoruz. İçerisi pek kalabalık, ibadet edenlerle, dolaşanlar, fotoğraf çekenlerle vaaz verenler birbirine karışmış durumda.Tabi bir de 

Nolur kesmesinler diye duaya gelen sünnet çocukları
Bu kadar gezince artık yemek zamanı diyoruz. Bu İstanbul gezisinin en büyük keşfi diyebileceğim Hocapaşa Sokağa yürüyoruz.Burası esnaf lokantalarından oluşan küçük bir sokak.Bu yerlere de 15 dakika mesafede yürüyerek. Etraftaki turistlik mekanlarda fahiş fiyatlara kötü yemekler yemektense  biraz yürüyüp enfes lezzetler denemek çok mantıklı geliyor ve hiç pişman olmuyoruz.


Hocapaşa Pidecisinin çıtır pideleri, bunun için bile İstanbul'a gidilir
Burada salaş esnaf lokantaları var küçük mekanlar ama hep dolu olduğu için her şey günlük taze ve çok lezzetli üstelik çok uygun.Yemekten sonra meydana geri dönüyoruz.Bu sefer Yerebatan Sarnıcı için sıraya giriyoruz. Burası belediyeye ait o yüzden müze kart geçerli değil, giriş 10 TL.Sarnıç fotoğraf çekmek için çok hoş bir mekan bunu bilen belediye tripodlu çekim için de ayrı para alıyor bizde zaten tripod yok, 15 saniye sarsılmadan duran eller var:)(Yalan henüz tıp dünyası bunu keşfedemedi, çektiğim 50 fotoğraftan 1,2 tane düzgün çıkan fotoğraf bunun kanıtı olsa gerek)




Sarnıçta dikkat çeken bir noktada yan ve ters duran Medusa başları.Koca bir sarnıcı tepesinde taşıyan o zavallı Medusa başları.

Sarnıçtan sonra Türk İslam Eserleri Müzesine gidiyoruz. Burası Dikilitaş'ın hemen sağında kalıyor. Müze çok güzel. Bina İbrahim Paşa'nın sarayıymış vaktinde, evet Süleyman'ın boğdurduğu zavallı Pargalı İbrahim'in. İçeride İslam coğrafyasından eserler var. En dikkat çekenler ise el yazması Kuran'lar, kitaplar, halı koleksiyonu. Hz.Muhammed'in sakal örneğini, ayak izini, Kabe örtüsünü de görebiliyorsunuz, bu kısmı gördükten sonra Topkapı'da kutsal emanetler dairesine gitmeye gerek kalmıyor.
Hz.Muhammed'in ayak izi

İlk Kuran sayfaları

Tezhip örneği

El yazması Kuran

Khaalesinin sarayında sıradan bir gün
Müzenin en güzel yeri ise avlusu, sakin ve serin. Oturup mola veriyoruz, nihayet erikleri yiyorum. Buradan hem Dikilitaş hem de bir minaresi restorasyonda olan Sultan Ahmet Cami:


Müzenin avlusu
Akşam yemeğinde yine Karaköy'deyiz, bu sefer Fransız geçidi denilen dar bir sokakta, bir şarap evindeyiz,Bej. Böyle bohem bir ortamda içgüdülerime hakim olup yemeğe saldırmıyorum kibar kibar şu aşağıdakiyle yetiniyorum.

Tabi sonrasında bu yediğimi eritmem gerekiyor sonuçta ot, bünyede kalırsa mazallah löp löp yağ olur diye bir boy İstiklal'de yürüyoruz, Galata Kulesine bir selam verip Yüksek Kaldırımdan aşağıya salıyoruz, öyle işte. Burada Galata Kulesinin yanında merdivenlerde bir açık hava barı oluşmuş adete, birasını kapan gelmiş,merdivenlere dizilmiş.Pek de güzel olmuş.